Gülfidan yoksul bir ailenin sekizinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Köyünde kız çocukları pek istenmiyordu. Erkek doğurmayan kadın kadından sayılmazdı. Kaç çocuğun var diye sorduklarında hep erkeklerin sayıları söylenirdi. Kız çocuklarının esamesi okunmuyordu. Onlar vardı ama yoklardı.
Gülfidan büyüdü 14 yaşına geldi. Okula göndermemişti babası. Kız çocuğu okuyup ne yapacaktı?O evde annesinin yardımcısı, tarlada çalışması gereken biriydi.Akranları okula gidip gelirken imreniyor,talihsiz kaderine isyan ediyordu. Hayat çok acımasızdı.Neden erkek olmadığına hayıflanıp duruyordu.
Komşu köyden misafirlerinin geleceğini duydu. Neden gelmiyorlardı şimdi evlerine durup dururken. İçinde bazı şüpheler oluşsa da üzerine alınmadı. Çünkü o daha 14 yalındaydı. Henüz evlenme çağına gelmemişti. Gerçi komşularının kızı kendinden 27 yaş büyük evli birine kaçmıştı ama kendisi böyle bir şey yapmazdı. O büyüyünce allı duvaklı bir şekilde gelin olacaktı.
Akşam olduğunda evde bir telaş başladı. Yemekler yapılıyor, el işi baklavalar açılıyordu. Ev köşe bucak temizlendi. Acaba bu gelenler büyük misafirler miydi? Yoksa memurlar mıydı? Gülfidanın kafası gittikçe karışıyordu. Gerçi kendinden iki yaş büyük ablası vardı. Eğer evlenecekse sıra ablasındaydı. Bunu düşünürken yüzüne bir gülümseme geldi. Biraz olsun rahatlamıştı.
Misafirler akşam geçte olsa eve geldiler. Tam 18 kişi saymıştı kapı aralığından Gülfidan. Misafirin genç olanının elinde bir demet çiçek vardı. Birde beyaz işlemeli bohçalar gördü. Ablası gidecekti galiba. Ama kendisine hiç bahsetmemişti ablası. Neden kendisinden saklamıştı ki!..
Misafirlere hoş geldin diye salona çıktığında genç olan elindeki çiçekleri Gülfidan’a uzattı. Bir an tereddüt etse de çiçeği alarak mutfağa doğru yürüdü. Bir an mutfakta ağlayası geldi ama nefesini tuttu. Bu ne oluyor şimdi diye aklından deli sorular geçmeye başladı. Çiçeği ablasına değilde kendisine neden vermişti bu genç çocuk. Genç dediyse 16 yaşlarında bir sübyan.
Yemekler yendi,tatlılar ağızlarda hoş bir tat bıraktı. Çaylar içildi, biraz derin mevzulara girildi. Misafirlerin en yaşlısı evinizde fena değilmiş diye konuşunca Gülfidan buna çok sinirlendi. Nesi varmış evimizin diye içinden mırıldandı. Evimiz küçük ama huzur veriyor bize. Huzur çok önemliydi Gülfidan için. Huzurun olmadığı yerde bereket olmazdı.
Büyüklerden birisi söze girdi.Buraya teşmil etmemizin bu ziyaretin neden olduğunu anlatmaya çalıştı. Bir ara Gülfidan kendi adının geçtiğini duydu. Kulağını kapıya dayayarak ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Yaşlı olan”kızınız Gülfidanı Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle oğlumuz Hacı Durdun’a istiyoruz”dedi. Gülfidanın başından kaynar sular döküldü. Yüzü sapsarı oldu. Bütün vücudu ateşler içinde kaldı. Göğüsünde bir öküz oturuyormuş gibi nefessiz kaldı.
Babası söz aldı. Madem siz layık gördünüz bence de uygundur diyerek kızını kendisine sormadan verdi. Yaşlı olanı tekrar söze girdi.”Şu başlık parasını sa konuşalım sonra tatlıları yiyelim” diyerek ortamı neşelendirmeye çalıştı. Uzun pazarlıklar sonucu Gülfidan’ı babası bir at, 10 koyun ve dört bileziğe satmıştı.
Artık iş tamam sıra söz yüzüğünün takılmasına gelmişti.Annesi Gülfidan’ı çağırdı. Önceden güzel elbiselerini giymişti. Yüzükler takıldı, tatlılar yendi ama Gülfidan bu olanlara hala bir anlam veremiyordu. Hiç kimse kendisinin fikrini sormamıştı. Seviyor musun diye bir şey söylemeden apar topar yüzüğü parmağında gördü. Büyüklerin ellerini öptü ama evleneceği erkeğin yüzüne bile bakamıyordu şaşkınlığından.
Düğün zamanı yaklaşmıştı. Annesi sık sık aman kızım yüzümüzü kara çıkarma, oradan sen değil cesetin gelecek. Kocana sadık ol,dediklerinden dışarı çıkma diye her gün tembihlerde bulunuyordu. Daha kendi vücudunu tanıyamadan karşıdakinin vücudunu nasıl tanıyacaktı. O zamana kadar teyzesinin oğlunun haricinde kimsenin elini bile tutmamıştı. Hiç bir şey bilmiyordu.Kimse de ona bir şey öğretmiyordu.
Üç gün üç gece düğün oldu.Yenildi içildi,silahlar sıkıldı. Bir at üzerinde bundan sonra hayatının geri kalanını sürdüreceği komşu köye doğru yola çıktı. Bir ara başı döndü attan düşecek gibi oldu ama tez toparlandı. Attan damat tarafından indirilerek ömrünü geçireceği eve doğru yürüdü. Ev üç katlı,dışarısı çift renge boyalı ve çatılıydı. Yan tarafta merdiven vardı. İkinci kata çıktılar. Karnı çok açılmıştı. Heyecandan kaç gündür yemek yemiyordu.
Akşam oluyordu. İçinde garip bir korku ve heyecan vardı. Bu çaresizliğin belirtisiydi.Hiç bir büyüğü kendisine ilk gece için bir şey söylememişti. İçine büyük bir karamsarlık ve korku çöktü. Midesi bulandı, ayakları titredi.
Sabah olduğunda evin üzerinde bir bayrak gördü. Bunun ne anlama geldiğini yıllar sonra öğrenecekti. Babası yüzünü kara çıkarmadığı İçin teşekkür mesajı yollamıştı. Onu bile anlayamamıştı. Zaman herşeyin ilacıydı.
Gülfidan her yıl bir çocuk doğurdu. İki kızı bir oğlu oldu. Nedense babası oğlunu daha çok severken kendisi kızları seviyordu. Kızlarına daha fazla değer veriyor, onlara karşı daha titiz davranıyordu. Bir Kartal’ın pençesi gibi iki eli kızlarının üzerindeydi.
Günler ayları,aylar yılları kovaladı.Bu arada Gülfidan 23 yaşına geldi. Kızlarını okula yollamak İçin kocasıyla kavga etse de kocasını ikna etmeyi başaramadı. Kızları da kendisi gibi okuyamayacak ve çocuk yaşta gelin olacaktı. Bunları düşündükçe içi parçalanıyordu. Kızlarının kaderi de kendisi gibi olacaktı.
Köyde bir dedikodu duyulmaya başladı. Gülfidan’ın Abdi ağanın oğlu Sıddık ile ilişkisi olduğu köyde yayılmaya ve tüm komşu köylerde yankılanmaya başladı. Bu dedikodulardan Gülfisan’ın haberi yoktu ama her balkona çıktığında köyün gençleri yiyecekmiş gibi kendine bakıyorlardı. İşi olsa dahi balkona çıkmamaya karar verdi. Mum dibine ışık vermezmiş. Gülfidan’a imalı bir şekilde bu dedikodular anlatılmaya başlansa da Gülfidan pek bir şey anlamıyordu. Kayınbabasının, kaynanasının bakışları çok değişmişti. Eskisi gibi birlikte sofrada yemek yemiyorlardı.
Birgün babası ve iki kardeşi köye geldiler. Doğruca 3. kata çıktılar. Acaba neden bize gelmediler diye kızdı babasına. Ama bir anlamda veremedi. Biraz daha bekledi,dayanamadı kendisi çıktı babasının yanına. Babasının elini öpmek istedi ama babası elini vermedi. Neler oluyordu. Hiç anlamamıştı. Kardeşlerinin başını okşamaya çalıştı ama onlarda başını geriye çekti. Bir şeyler vardı var olmasına ama bunun kendisiyle ne ilgisi vardı bir türlü çözememişti.
Küçük kardeşi Hurşit”abla seninle biraz ormanda gezebilir miyiz” dediğinde çok sevinmişti. Temiz orman havası alacak, ciğerleri oksijen ile doyacaktı. Hemen eve geçti üzerini değiştirdi ve kardeşiyle yürümeye başladı. Ama bir terslik vardı. Kardeşi yaz olmasına rağmen ceket giymişti. Bu sıcakta cekette neyin nesiydi? Acaba kanında düşüklük mü vardı? Yolda yürürken hep bunları düşündü. Derken ormanın ortasına vardılar. Kardeşinin “abla beni affet” dediğini zar zor işitti. Patlayan mermiler Gülfidan’ın gülünü soldurdu. Gülfidan oracıkta ölmüştü. Kardeşi başında saatlerce ağladı ama Gülfidan bir daha gözlerini açamadı.