(3 ARALIK ENGELLİLER HAFTASI)
İnsanı yaratan yüce Allah, ona idrâk etmek için akıl, görmek için göz, konuşmak için dil vermiş, onu sayılamayacak kadar nimetle donatarak rûhen ve bedenen bezeyip güzelleştirmiştir
İyice bilinmelidir ki, Allah Teâla insana bahşettiği her nimeti bir imtihan vesilesi kılmıştır. Bu konuda da Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “And olsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” [2]
İnsan, doğuştan, bir kaza veya hastalık sonucu felçli, işitme, görme veya ortopedik engelli olabilmektedir. Sebebi ne olursa olsun günümüzde dünya nüfusunun neredeyse yüzde On’u hayatını engelli olarak sürdürmektedir. Kim bilir belki bir gün bizler de engelli olabiliriz; -Allah korusun- ama bu anlamda her birimiz aynı zamanda bir engelli adayı değil miyiz? Hiç beklenmedik bir anda gören gözümüz görmez, işiten kulağımız işitmez, tutan elimiz tutmaz, yürüyen ayağımız yürüyemez olabilir
Hayat, hepimiz için bir imtihândır. Çünkü dünyadaki imtihânımız sadece; inanç alanlarıyla sınırlı değildir. Tabii afetler, yoksulluk, hastalık, ölüm gibi pek çok acı ve sıkıntılarla da imtihân olmaktayız. Hangi türden olursa olsun bütün imtihânları, her şeyden önce sabırla karşılamalıyız.
Sabır, imtihânın kazanılmasında ve zorluklarla mücadelede en önemli adımdır. Çünkü karşılaşılan dert ve sıkıntılar Allah’tan gelmektedir. Bu bilince sahip olan kimseler herhangi bir zorluk karşısında; “Onlar; başlarına bir meşekkat gelince, ‘Şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” [3] diyerek, Rablerine sığınmanın manevi huzurunu yaşarlar.
Bu vesile ile özellikle ifade etmek isteriz ki, insanın hangi sebepten dolayı olursa olsun, engelli olması bir kusur değildir. Öte yandan, insanları fizikî durumlarına göre değerlendirmek, dinimizce uygun da görülmez. İnsanın Allah katındaki değeri, fizikî yapısı, rengi, ırkı, cinsiyeti, sağlam veya engelli oluşuna göre değil; imân, ibâdet, takva ve güzel huylarına göredir. [5] İlâhî imtihânı kazanarak ebedî kurtuluşa ermek, ancak takvâ ile mümkündür.
Engelli insanların, diğerleri için ibret alınması gereken örnekler olduğunu, onların terbiyelerine vesile olduklarını ve böylelikle toplumun eğitildiğini unutmamalıyız. Engelli kardeşlerimiz, engeli olmayanlar için Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmelerine vesiledirler.
Peygamberimiz (asm) döneminde de engelli sahabi vardı. Peygamberimiz (asm) engellilere pozitif ayrımcılık uygulayan ilk kişidir. Peygamberimiz (asm)’in engelli sahabilerle şakalaştığını, onlara özel bir şefkat ve ilgi göstermiştir
Peygamberimiz (asm) engellilere iltifatta ve ikramda bulunmuş, onlarla şakalaşmış, onların sosyal hayata katılımlarını sağlayan kolaylıklar getirmiş, meslekî anlamda ve istihdam boyutuyla yeni imkânlar sağlamıştır.
** Mesela Hz. Abdullah’a hem müezzinlik hem de yöneticilik görevi vermiştir.
**Bacağından sakat olan Hz. Muaz bin Cebel, bizzat Peygamberimiz (asm) tarafından Yemen valisi olarak tayin edilmiştir.
**Mesela, Efendimiz (asm)’in, bazı bedenî kusurları olduğu için, toplum içinde bulunmaktan tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı tercih eden Zahir isminde bir sahabiye çölden bazı bitkileri toplayıp, Medine pazarında beraberce pazarlamayı önermesi ilginçtir. Pazardaki alışverişlerde Zahir’e yardımcı olan Peygamberimiz (asm) etrafına da “Zahir bizim çölümüzdür, biz de onun şehriyiz.” diyerek sürekli iltifatlarda bulunmuştur.
Bedenî kusurları yüzünden çölde yaşamayı seçen Zahir isimli sahibi, Medine pazarında Peygamberimiz (asm)’i bir köşede beklerken, Peygamberimiz (asm) ona arkadan sesizce yaklaşır ve gözlerini kapatarak şakalaşır. Peygamberimiz (asm)’in o güne kadar hiç kimseye bu denli mesafesiz davranmadığını gören etraftaki Müslümanlar, bu ilginç manzarayı seyrederler. Kâinatın Efendisi (asm), bunu fırsat bilerek, çevreye yüksek sesle: “Bir kölem var. Satıyorum. Onu benden kim alır?” diye şakasını sürdürür. Zahir, “Ey Allah’ın elçisi, beş para etmez bir engelli köleyi kim satır alır?” deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz (asm) bütün ciddiyetiyle kendilerini sarmış olan kalabalığa seslenerek, şöyle der:
“Ya Zahir, and olsun ki Allah ve Allah’ın Rasûlü katında senin değerin paha biçilmez! Bunun için biz de seni seviyoruz.”
***Son nefesine kadar bedenine giren müzmin bir hastalıkla yatalak ve bakıma muhtaç halde otuz yıl yaşayan Hz. İmran bin Hüseyin, “Nasıl dayanıyorsun bu acılara?” diyen arkadaşına, “Benim için sağlık ve hastalıktan hangisi Allah’ın hoşuna giderse, benim hoşuma giden de odur! Otuz yıldır kendimde büyük bir huzur buldum.” diyebiliyordu. Bu sabır sayesinde Hz. İmran öyle manevî makamlara erişecekti ki, meleklerin tesbihlerini işitir hâle gelecekti. Melekler de, teselli olsun diye kendisine her gün selam getirecekti.
****Âmâ olan Abdullah bin Ümmi Mektûm: Hz. Peygamber (asm), Mekke’de ilk iman edenlerden biri olan bu âmâ zatı, Medîne’ye halka Kur’an öğretmesi için göndermiştir.
Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber (asm)’in müezzinliğini de yapmış olan İbn-i Ümmi Mektûm Medîne dışına çıktığı zaman, yerine cemaate namaz kıldırması için vekil olarak bırakmış
ÜMMİ MEKTUM OLAYI
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir gün İslâmiyet ve Müslümanlara şiddetli muhalefetleriyle bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Hâlef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara îmân ve Kur’ân hakikatlarından bahsediyordu.
Zaman zaman muhataplarının dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, “Nasıl, güzel değil mi?” diye soruyordu.
O sırada bir hak aşığı çıkageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mânâ gözü açık bu zât, Hz. Hâtice’nin dayısı oğlu ashabdan Abdullah bin Ümmi Mektûm idi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle konuştuğunun farkında değildi.
“Yâ Resûlallah, beni irşad et, bana Kur’ân okut, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret.” dedi.
Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine İslâmiyeti anlatmak için teksif ettiğini fark edemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu.
Peygamber Efendimiz bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. Zira, o her zaman gelip kendisinden İslâmiyetle ilgili her şeyi öğrenebilirdi. Ama, Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma imkânını elde etmeyebilirdi. Onların İslâmiyeti kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş’in toptan Müslüman olma mânâsına geliyordu.
İşte bu sebeple Fahr-i Âlem Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden rahatsız olmuştu. Ve bunu hâliyle de izhar etmişti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Kureyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Sûresi nâzil oldu.1
Sûrede Efendimizin davranışından bahisle şöyle buyuruluyordu:
“Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti. .” 2
Evet, kalblerinden şirkin pisliğini imân suyu ile gidermek istemeyen, Kur’an’ı dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi düşünmeyen kimselerin İslâmiyete girmemesi ve nefsini temizlememesi Resûl-i Kibriyânın üzerine bir mesuliyet yüklemiyordu. Çünkü, Onun vazifesi sadece İslâmı hakkıyla tebliğdi. Ancak, hak ve hakikatı öğrenmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap vermemek, işte böylesine ikazı gerektiriyordu.
Cenab-ı Hak, konu ile ilgili indirdiği âyet-i kerimlerde ma’nen şöyle diyordu:
“Zahir gözü görmese de kulağı ve kalb gözü açık hidâyet aşığı birini bırakıyorsun da zahiren gözü bulunan ve fakat kalb gözü kör, hak sözü dinlemek şânından olmayan müstağnîlerle uğraşıyorsun!”3
Bu hâdise ve ikazdan sonra Resûl-i Ekrem, Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm’u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar ve
“Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmasına sebeb olan kişi!”4 diyerek ona iltifât ederdi.
Engellilere karşı eğer farklı muamelede bulunacak isek, bu ancak onların ve ailelerinin hayatlarını kolaylaştırmak ve yüklerini hafifletmek şeklinde olmalıdır.
Topluma örnek olması gereken biz Müslümanlar onlarla aynı mekânları paylaşmaya gayret göstermeli. Eğer aralarında bir engelli bulunan tanıdığımız aileler var ise, onlara acıyarak değil, güç ve sabırlarından dolayı imrenerek bakmalıyız.
Onlar için yapabileceğimiz bir şey varsa, sorup öğrenmeli ve en önemlisi toplum tarafından dışlananları elimizden geldiği kadar sevindirmeye, topluma kazandırmaya ve dahası engellilere engel olmamaya çalışmalıyız.